1905 yılında Buenos Aires’te dünyaya gelen Norah Lange, İspanyolcanın avangart yazarlarından biri olarak anılır. Jorge Luis Borges, Leopoldo Marechal, Horacio Quiroga, Raúl Scalabrini Ortiz, Alfonsina Storni gibi yazar ve şairlerle beraber geçen parlak günlerinde verdiği ilk eserler şiir üzerinedir. Hatta 1925 yılında yayınladığı ‘La calle de la tarde’nin önsözünü Borges yazmıştır. 1927’de ‘Voz de la vida’ adlı eseriyle romana geçen Lange’nin uluslararası tanınırlığı da romanları ve hatıralarıyla gerçekleşir.
Lange’nin Türkçeye çevrilmiş üç kitabı vardır. ’45 Gün ve 30 Denizci’ ile ‘Onlar Ölmeden Önce’ adlı romanları Everest Yayınları etiketiyle, Şermin Elidar’ın çevirisiyle raflara girmiştir. Geçtiğimiz günlerde Havva Mutlu çevirisiyle ve Can Yayınları etiketiyle basılan ‘Çocukluk Defterleri’ ise Lange’nin en bilinen eseridir.
PARÇALARDAN BÜTÜNE GİDEN BİR KİTAP
‘Çocukluk Defterleri’ni okumaya başladığınızda, onun bir şairin elinden çıktığına kolayca ikna olabilirsiniz. Bunu sadece kitabın şiirsel dili yüzünden söylemiyorum, ‘Çocukluk Defterleri’ biçimsel olarak da, dert ettiği meseleye yaklaşımıyla da şairane bir kitaptır.
Belki de bunda ‘Çocukluk Defterleri’nin bir anı kitabı olmasının da payı vardır. Kitap, Lange’nin 5 yaşından ilk gençliğine uzanan yılları konu edinir ancak bunu uzun ve kesintisiz bir çizgi üzerinde anlatmaz. Kitap, 82 kısa bölümden oluşur ve her bölüm farklı bir anı, farklı bir duyguyu işler.
Üstelik Lange bunu bizi daha ilk paragrafta söyler:
“Buenos Aires’ten Mendoza’ya yaptığımız ilk yolculuğu ne zaman hatırlamaya çalışsam belleğimde, güzel bir manzarayı puslu bir camın ardından seyreder gibi kesik kesik görüntüler belirir.”
Evet, ‘Çocukluk Defterleri’ işte bu “kesik kesik görüntüler” üzerine kuruludur.
Lange böyle bir bölümleme yapmasa da kitabı iki bölümde değerlendirmek mümkündür. İlkinde anne, baba, mürebbiye, dadı, küçük Eduardo ve beş kız kardeşten oluşan kalabalık bir ailenin Mendoza’ya yerleşme hikayesini okuruz. İlk 45 bölüm bu süreci anlatır. 46’dan 82’ye kadarki süreçse ailenin Buenos Aires’e dönmesini ve çocukların oradaki ilk gençlik yıllarını işler. Tabii bir eksikle… Baba ölmüştür. Başkente taşınmaları da zaten bu yüzden gerçekleşir.
BÜYÜMEK VE KADIN OLMAK
‘Çocukluk Defterleri’nin ilk kısmında aile içi ilişkilerle karşılaşırız. Özellikle de beş kız kardeşin ilişkileriyle. Anlatıcı da bu beş kız kardeşten biri olduğu için hem ablalarını hem de kardeşlerini gözlemleyip onlar hakkında düşüncelerini belirtir.
Bu noktada karşımıza çıkan ilk baskın tema büyümektir. Anlatıcının büyümekle ilgili belki de ilk şoku, büyük kız kardeşi Irene’nin -annesine öykünerek- küçük Eduardo’yu emzirmeye çalışmasıdır. Bir diğeri, yaşadığı stresten ötürü sürekli kaşınan ve bu yüzden her yerini yara bere içinde bırakan ablası Martha’dır. Karşımıza çıkan bir başka örnek ise yine ablalardan biri olan Georgina’nın düzene ve temizliğe olan takıntısıdır.
Bu örnekler şu yüzden önemlidir; her bir bölümden sonra kızların bu özelliklerinin karşılığını bir biçimde annede de görürüz. Nasıl ki kitap, anlatıcının parçalı fotoğraflarının tematik olarak birleşmesiyle bir bütüne ulaşır, kızların bu özelliklerinin birleşimi de anneyi ortaya çıkarır. Zira anne -anlatıcıya göre- iki tane yüze sahiptir; birinde sevgi dolu, şefkatli bir hali vardır, diğerinde ise hiç kimselere gösteremediği karanlık bir hava bulunur.
Büyümenin devamında da karşımıza şüphesiz ki kadın olma meselesi çıkar. Ancak anlatıcı bunu büyük büyük sloganlarla sunmaktan yana değildir. Her zamanki gibi mesafeli, meraklı ve bir çocuk “cehaletiyle” sunar. Örneğin kadınların sürekli güçsüz, narin, durgun olmaları gerektiğini düşünen anlatıcı, sık sık bayılan kadınların mükemmel kadınlar olduklarına inanır. Hatta iyi bir kadın olmak için kendini sürekli baygınlık geçirmeye zorlar ama bunu beceremez. O, ikinci bardak sütü de, bir tost daha yemeği de her zaman kabul eder.
‘FIRTINADAN SADECE SAZLAR ZARAR GÖRMEDEN ÇIKAR’
Aile, ekonomik olarak rahat bir yaşam sürerek yıllarını geçirirken babanın beklenmedik ölümü bütün dengeleri altüst eder. Bunun ilk karşılığı şüphesiz ki duygusal anlamda yaşanır ancak bu sanıldığı gibi sular seller gibi gözyaşına sebep olmaz. Hiç yoksa anlatıcı açısından. Zira anlatıcı ilk şoku atlatıp sonrasında babasının fotoğraflarına baktığında onu gerçekten tanıyıp tanımadığını kendine sorar. Keza, babasının onun tanıyıp tanımadığını da. Bunu üzerine, babasını sevgi dolu bir adam olarak değil, arada sırada karşılaştığı uzak bir akraba olarak görmeye başlar.
Bunun ilk sebebi de babasının hayata karşı olan katı duruşudur. Belki de bu yüzden onun ardından yazılan cümleler arasından en çok şu cümleyi sever anlatıcı:
“Öylesine güçlüydü ki bir meşe gibi kırıldı. Fırtınadan sadece sazlar zarar görmeden çıkar.”
Babanın ölümünün ardından bütün aile toplanıp Buenos Aires’e geri döner. Geride sadece ölü bir baba değil, çocukluklarını da bırakırlar.
Buenos Aires’teki büyük eve yerleşmeleriyle başlayan ikinci kısımda çocukların, özellikle de beş kız kardeşin ilk gençlik yıllarını okumaya başlarız. Ancak bu kitabı bir erginlenme süreci şeklinde değerlendirmemiz çok doğru olmaz. Lange bize bir kolaj sunar. Geçmişi çeşitli ebatlarda keser, bazen bir kesiği bize olduğu haliyle verir, bazen de birkaç parçayı birleştirip ondan farklı bir bütün yaratır. Bu bütünler de geçmişle gelecek arasına sıkışmış bir genç kızın kendini ve dünyayı anlama sürecine etki eder.
Bu tartışmayı aile, kardeşlik, arkadaşlık, okul üzerinden okusak da, baskın temalardan birinin aşk olduğunu görürüz. Hatta anlatıcı bir yerde annesine şöyle sorar:
“Kadınlar bir adamı sevip sevmediklerini nasıl anlarlar?”
Annesi buna şöyle cevap verir:
“Çok basit. O adamı gülünç durumlarda hayal etmesi yeter. Örneğin, bir kerpiç duvarın üzerine çıkmış şarkı söylerken… Bu sınamayı geçebiliyorsa ve itici gelmiyorsa, o adamı gerçekten seviyor demektir.”
Bu kısımda baskın olan bir diğer tema da yoksulluktur. Babanın ölümünün ardından aile giderek yoksullaşmıştır ve bu artık öyle bir noktaya gelir ki evdeki eşyaları birer ikişer satmaya başlarlar. Ancak hiçbiri piyanolarını satmaları kadar onlara koymaz. Zira piyanoyu, ekonomik durumlarını belirleyen bir kerteriz noktası olarak alırlar. Evdeki eksik eşyalara yahut sofralarındaki yemek çeşitlerinin azalmasına aldırmazlar. Piyano başına oturmaları onları avutmaya yeter. Daha doğru bir deyişle, piyano onları hala zengin hissettirir. Tam da bu yüzden piyanonun gidişini evden bir cenaze çıkıyormuş gibi üzgün bir halde izlerler.
‘Çocukluk Defterleri’ni sadece Lange’nin çocukluğuna ışık tutan bir anı kitabı olarak değil, 1900’lerin ilk çeyreğine, Arjantin’e yapılan bir yolculuk olarak da değerlendirebiliriz. Ayrıca, bu kitabı sevenlerin, bir devam kitabı olarak da görebileceğimiz ‘Onlar Ölmeden Önce’ye de bakmalarını öneririm.